31 Ağustos 2012 Cuma

HAYAT DEVAM EDİYOR


Arkasına dönüyor. Gitmek için yelteniyor. Kolundan tutuyorsunuz. Avuçlarınız kolunu kavrıyor fakat seri bir hareketle avuçlarınızdan sıyrılıyor ve yoluna devam ediyor. Sizi dinlemiyor. O an günlerdir gözlerinize uğramayan gözyaşı göz pınarlarında birikiyor. Damlamak için sıraya giriyor adeta. Kuytu bir köşe bekliyor. Yalnızlıkla burun buruna hissediyorsunuz o an kendinizi. Yalnızsınız. Hayatı bomboş hissediyorsunuz. Adımlarınızın ilerlemekte zorluk çektiği Kadıköy sokakları bomboş geliyor. Vapurdan inen insan kolonisi, griye çalan gökyüzünde uçan martılar... Hiçbir şeyi görmüyor gözünüz hayatta kendinizi yapa yalnız hissediyorsunuz.

Ağlıyorsunuz, gözyaşlarınız bulduğu ilk yalnızlıkta gözlerinizden firar ediyor. Sokakta gülen insanları samimi bulmuyorsunuz. Hayata küsmüşsünüz. Herkesin de küsmesini ister bir tavırla adımlarınızı atıyorsunuz caddede. Bakışlarınızda onun gözlerinin perde arkasındaki gülüşün hasreti tütüyor, onun dudaklarının iki kenarındaki ince kısa kıvrımlı pembeye çalan çizginin hasreti var. Omzunuzda bir eksiklik hissediyorsunuz. Bir boşluk. Bir üşüme hissi. Sanki size ait olan bir şey çalınış yok olmuş, ortadan kaybolmuş. Onun başının sıcaklığının eksikliği bir yük gibi biniyor omuzlarınıza.

Mevsim sonbahar. Aylardan ekim, rüzgâr esiyor. Rüzgâr estiğinde üzerinizdeki ceketi çıkartıp başka birinin omzuna emanet etmek geçiyor fakat yalnızsınız. Sol yanınızda derin bir yalnızlık var. Yutkunuyorsunuz. Boğazınızın düğümlendiğini hissediyorsunuz. Bir şeyler söylemek kendi kendinize bir şeyler mırıldanmak istiyorsunuz yâda bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyorsunuz kendinizde fakat boğazınız düğümleniyor. Dudaklarınız hareketsiz kalıyor. Adım atmak o an dünyanın en zor eylemi haline geliyor. Adımlarınızda bile bir yalnızlık var. Beşiktaş’ta denize karşı rastgele bir banka oturuyorsunuz. Bankın sol yanındaki yalnızlık hiç olmadığı kadar gözünüze batıyor sizi rahatsız ediyor. Yavaş yavaş sizi ürkütüyor kalkmak istiyorsunuz fakat gücünüz yok. Onun tebessümlerinden aldığınız gücün eksikliğini tadıyorsunuz o an.


Hayatın sona erdiğini düşünüyorsunuz. Her gece ertesi sabaha umutlarla uyanmak için uyuyorsunuz umutlarınızı tüketmiş kaybetmiş bir adam olarak. Hayatın sona erdiğini düşünüyorsunuz. Her şeyin anlamını yitirdiğini, artık rüzgârın esmesinin gereksiz olduğunu, güneşin doğmasının anlamsız olduğunu, nefes almanın sadece mecburiyetten olduğunu, adım atmanın gereksiz olduğunu düşünüyorsunuz. Ve herkesin de böyle davranmasını bekliyorsunuz. Fakat hayat devam ediyor diyor size sıkışan trafik, yağan yağmur, sonbahar mevsimi açan hazan gülleri, şehirlerarası otoyolun kenarında açan beyaz papatyalar, gülen insanlar... Hayat devam ediyor diyor şehir. Akan insan trafiği, kaldırımları aşındıran adımlar, çığlıklar içinde boğazın üzerinde dolaşan martılar... Ne kadar uzağa giderse gitsin ve ne kadar mutuz olursanız olun hayat devam ediyor.

Biri siz ağlarken kahkahalar içinde mutluluğun hazzını yaşıyor. Bir adam siz yalnızlığınızla kol kola vermiş yürürken sevdiği kadının kollarında huzur bulmak içine evinin yolunu tutuyor. Bir fahişenin mesai saati bitiyor ve sevdiği adamın yanına gidiyor. Bir kadın bir adamın elinden tutuyor "en çok korktuğum şey bir kadının terkedilmesidir" diye mırıldanıyor. Terk etme beni diyor çığlıklarla. Karşılığında elini sıkıyor adam. Geçici bir mutluluk bulutuna atıyor ikisi de adımını. Aynı hastanenin doğumhanesinde bir bebek gözlerini dünyaya açarken birkaç duvar ötesinde bir adam, bir kadın yoğun bakım ünitesinde hayatını kaybediyor. Son nefesini veriyor hayata gözlerini yumuyor, yalnız. Fakat hayat devam ediyor. Onun yerine yeni biri dünyaya açıyor gözlerini hayat devam ediyor. Bir adam terk edilse de; başka bir adam sevdiği kadınla aynı yatakta sarılarak uyumanın değerini hissediyor kalbinin derinliklerinde. Mutlulukla sarhoş oluyor iki ruhta. Ve belki birkaç sokak ötelerinde bir insan yalnızlıkla terbiye ediyor ruhunu. Hayat devam ediyor. Siz gülseniz de ağlasanız da hayat aynı ritimle devam ediyor. 


26 Ağustos 2012 Pazar

ÖLÜMSÜZ OLMAK



Bazen sadece yazmak ister insan. Ne konu önemlidir ne kime yazdığın ne de neler yazdığın… sadece yazmak istediği için sadece bununla özgür hissettiği için yazar insan. Belki de insan özgür değildir ve sadece yazarken özgürdür ve yazarken her şeyi istediği şekilde görüyordur, anlatıyordur. Yazarken hükmediyordur hayatına sadece. Belki de insan bir kafesin içindedir. Toplum adı verilen çevre adı verilen bir kafesin içindedir. Her şey yasaktır, özgür değildir. Sadece nefes almak yasak değildir. Yazmak olarak niteliyordur özgürlüğü. Özgür olduğu tek yer beyaz bir kağıt ve ucuz bir tükenmez kalemin kesiştiği noktadır.

Ölümsüz olmak istiyordur insan. İçinden bir ses hayatın çabuk geçtiğini, ömrün kısa olduğunu hatırlatıyordur. Sessizlik ölümü andırıyordur ve ölümden korkuyordur o an. Bazen Sessizliği ölümle bağdaştırıp sessizlikten korktuğu anlar oluyor insanın. O anlardan biridir buda.  Radyoyu açıyordur. Herhangi bir kanalı çeviriyordur. Amaç sadece durgun sessizliğin içine düşecek ufak bir fısıltı meydana çıkartmak ve sessizliği bozmaktan ibarettir.

İnsan konu arar yazmak için artık aşk klişelerinden kurtulmak ister nitekim aşk yoktur da ortada. Kaybetmek vardır yalnızlık vardır. Aslında yazmak yalnızlıktır. Yada yalnızlık yazmaktır. Peki ya yalnızlık nedir? İlk okul yıllarımda okuduğum bir kişisel gelişim kitabında “bazen büyük bir kalabalık büyük bir yalnızlıktır” diye bir cümle vardı. Yada buna benzer sıralı bir sözcük kabilesi. Evet, şimdi bu cümle benim en sık tekrarladığım cümlelerden biri oldu.  Sık sık kalabalık bir hayata sahip olan bir insan olarak ne kadar yalnız olduğumu dile getirdim. Yazdım. Yalnızdım çünkü. Ve yalnızlığın en belirgin belirtisiydi yazmak. Yalnız insanların konuşarak değil de yazarak yaşadığını fark ettim. Bir gün kendimin de yalnızlığa mensup olduğunu fark ettim.

Bazen yazmak anı yakalamaktır. Aslında yazmakta bir ana aittir. Bir cümle kurarsın, yazıya dökersin. O dakikaya dair ölümsüz kalan tek şey o cümle olur. Mimikler unutulur ses tonu unutulur anılar unutulur fakat yazdığın cümle ölümsüz kalacaktır. Belki de yazmak ölümsüz kalmanın tek yoludur. Ölümsüzlüğü yakalamaktır belki de yazmak. Sonuçta yazılan her cümle okunduğu sürece başka ciğerlere dolan solukla hayat bulacaktır. Nefes alacaktır. Defalarca dudaklarda dolaşacaktır. Böylece yaşayacaktır insan. Belki de tüm bu çaba akan zamandan bir cümle bir saniye bir kare koparmak adınadır. Ölümsüzlüğü yakalamak adınadır. Belki de ölümsüz olmak içindir yazmak.



25 Ağustos 2012 Cumartesi

ÇÜNKÜ UNUTMAK İÇİN BİLE SANA MUHTAÇTIM


Ayaklarım adımlarını şaşırdı birden bire. Gözlerim kör olmak istedi. İlk defa görme yetimin ortadan kaybolmasını istedim. Ayaklarım gerisin geriye çekildi. Duraksadım yarı loş koridorda. Çevremde bana yakın olan insanların hafif bir göz gezdirdiğini hissettim üzerimde. Gitgide bu gözlerin sayısı arttı. Kör olmak istedim o an… Senin gözlerin çevrildi sonunda bana. Gözlerine bakamadım. Bu ağırlığa daha fazla dayanacak gücü bulamadım kendimde. Başımı önüme eğdim. Bir suçlu gibi başımı önüme eğdim. Adım atmaya gücüm kalmamıştı o an. Yürümek istemiyordu canım.

Gözlerime bakıyordun bunu göz ucuyla görüyorum. Gözlerine bakamadım. Başkasının bakışlarının kokusu sinmişti bakışlarına. Gözbebeklerin de başka bir aşkın neşesi vardı. Bakamadım kaçırdım gözlerimi senden. Uzaklaştırdım hemen bakışlarımı senin ılık bakışlarından. O anda gözlerimin pınarlarına doğru akseden katreler çıktı yola. Birkaç saniye içerisinde dışarıda yeşeren baharla birlikte neşe tomurcuklarıyla kaplı yüzüm hüzün kovanına düştü. Tüm neşe umutları söndü. Bakışların üzerimde dolaşıyordu. Kokusu başkaydı. Aşk kokuyordu gözlerin. Fakat başka birisineydi bu bakışlar. Yabancı bir beden. Yabancı bir ruh. Yabancı eller. Ellerin yanındaki gövdenin ellerini tutacak kadar yakındı. Kör olmak istedim o an. Ben daha yanına yaklaşamazken, ben dudaklarının kıyısına varmayı bırak gövdene iki karış bile yaklaşamazken, başka bir bedenin yabancı elleri senin narin parmaklarına değiyordu neredeyse. Gözlerin neşeyle bakıyordu etrafa. İçimde bir şeyler koptu bana bakışlarını çevrilince. Manasızlaştı bir anda bakışların. Buruk bir tat aldı. Gerisin geriye çekildi gözlerim. Öylesine derin manalarla bakıyordu ki bakışların ağır ne kelime külfet geliyordu senin yanında geçmek. Dayanamadım daha fazla bu ağırlığa. Başımı önüme eğdim. Tıpkı bir suç işlemişçesine başımı önüme eğdim ve uzun aralıklı adımlar attım.

Bir kahkaha saçtın senden bir karış uzaklaşırken. İstemsiz olarak başımı çevirdim. Yüzünde açan tebessümleri, onun altında renk renk fışkıran neşeli mimiklerin görünüyordu. Başımı çevirdim aniden. Bir kâbusun içinde olduğum hissiyatına vardım kahkahan kulaklarımda çınlarken. Sağır olmak istedim. Daha çok değil sayılı haftalar önce benim gözlerime bakıp ta attığın kahkahaları şimdi başkasına nazaran atıyordun. Üstelik aramızda olsun olsun dört karış mesafe varken. Başımı önüme eğdim. Bir suçlu gibi başımı önüme eğdim. Adımlarımı sıklaştırdım.

Adımlarım gerisin geriye gidiyordu. Hüzün kovanının tam ortasına düşmüştü. Ruhumda can bulan melankoli damarlarıma sızıyordu yalancı şubat baharıyla birlikte. Adını sayıklıyordum yamacın’ızdan uzaklaşırken. Artık sen değil siz vardı. Belki de en zoru lügatimde sen yerine siz sözcüğünü koymak olacaktı. Elbette bunu dudaklarım birbirine çarpmadan, kalbimdeki hüzün sancısı her söylediğimde hayatımı kâbusa çevirmeden söylemekti asıl mesele.

Gözlerimden dudaklarımın başlangıcına değin süzülüyordu aşkın gözyaşları. Başımı önüme eğmiştim. Kimse görmüyordu bu melankolik tabloyu. Adımlarım hızlanmıştı. Yüzümdeki umut dolu bakışlar yerini melankoli yüklü bakışlara bırakmıştı. Aynaya baktığımda gözlerimin içi ağlıyordu. Fakat hayat devam ediyordu sen olsan da olmasan da. Bu yüzden her zamanki gibi gülerek ağlamayı başarmalıydım. Nitekim ruhum bu melankoli mevsimine yabancı değildi çok da fazla. Başımı önüme eğdim. Yalancı tebessümler atmaya başladım insanlara. Yapay suni tebessümler… Kiralık gülüşler yapmacık kahkahalar almıştı içten atılan kahkahaların yerini. Sadece formalite icabı alınan nefesler vardı şimdi. Zoraki geçen bir zaman, formalite geçirilen bir ömür kalmıştı senin uzaklaşan adımlarından geriye. Başımı önüme eğmiştim. Sanki suçlu gibi, bir hatam, bir suçum varmış gibi başımı önüme eğmiştim. Sana göre suçluydum. Çünkü sen beni sevmediğin halde senden hoşlanabilmiştim. Senin git diyen bakışlarına rağmen yanında kalmış, adımlarının gölgesinde dolaşmıştım günlerce. Belki de suçluydum, saçma şiirler yazıyordum çünkü. Suçtu bu da aşkı anlık zevklerden biri kabul eden bedenlerin yanında. Suçluydum git diyen bakışlarına rağmen, gitmemiş; unut diyen gözbebeklerindeki hissiyata rağmen unutmamıştım.Çünkü unutmak için bile sana muhtaçtım. En büyük suçum seni unutamamaktı ve şimdi cezamı çekiyordum.

24 Ağustos 2012 Cuma

AŞKIN EN GÜZEL İCADI: KAYBETMEK


Kaybettiği için yakınanlar oluyor. Aşka küfredenler, aşkı lanetleyenler. Sonra zamanla aşka inanmama klişesini çıkartıyor bu tipler ortaya. Aşka inanmıyorum ayaklarında yaşamaya çalışıyorlar hayatı. Oysa aşk susamak gibidir. Belki de kalbin suyu sevgidir ve aşk susamaktır. Sonuçta buda ihtiyaçtır. Fakat kaybetmekten o kadar dili yanar ki insanın bir noktadan sonra aşık olmamaya karar verir aslında canının acımasından korkar.

Kimi zaman birlikte mutlu günler geçirirsin bazen aylar bazen de yıllar geçirirsin. Fakat aşkın doğasındaki kural gereği ayrılık şarttır ve ayrılırsın. Aşkın mutluluktan ibaret olduğunu sanan insanlar kabilesine mensup biriysen eğer aşktan nefret edeceksindir ve âşık olmaktan korkacaksındır fakat aşk budur aslında. Sevmek, ellerini tutmak ve sonunda kaybetmektir. Sonuçta insan bir gün kaybetmek için sever. Onunla sürekli zaman geçirmeye çalışır çünkü bilinçaltında onu kaybetme korkusu yatar. Ve eninde sonunda kaybedecektir kaybetmek aşkın doğasının bir parçası. Sonuçta sen kaybedeceksin ve başka biri kazanacak. Tam kaybettiğin anda onunla ayrılığının ilk dakikalarında eğer "keşke hiç onunla karşılaşmasaydım" diyorsan o zaman en büyük hatayı yapıyorsun. En büyük kaybı o an yaşıyorsun. En büyük nankörlüğü o dakika yapıyorsun kendini. Ona da yapıyorsun ama en çok kendi hayatına ediyorsun bu ihaneti. O anda yaşanan tüm anılara yazık ediyorsun. Her şeye ona kendine…

Aşk yaşanacaktır. Çünkü imkânlı yâda imansız tek tarafı yâda karşılıklı aşk karşına çıkacaktır. Aşk bir ruha bürünüp bir bedenin içine girip karşına çıkacaktır. Canını acıtacaktır. Olgunlaştıracaktır seni. Aşk için ağlamalıdır insan. Kabus gibi günler geçirmelidir. Kaybetmelidir. Aşk kaybetmektir. Kaybetmek en güzel icadıdır aşkın. Fakat aşkı mutluluk olarak görenler var. Oysa aşk mutluluğun yanında akan hüzün ırmağından da nasibini almaktır. Tıpkı okyanusun soğuk sularında yaşayan balıkların zaman zaman sıcak su akıntılarında nasibini alması gibi... Yâda bir arının yavrusunu bırakıp ölmesi gibi. Aşk bitmelidir. Aşkında bir sonu olmalıdır. Ayrılıkta aşkın bir parçasıdır. Ayrılığı yok oluş değil de bir cümlenin sonuna gelen nokta gibi görmelidir aslında. Sonuçta her cümlenin ardından yeni bir cümle başlar hikaye sona ermedikçe. Ayrılmalıdır insan, çünkü aşk yeniden hayatına girecektir ufak bir moladan sonra. Yeniden bir ruh çizip kendine şekil verip bir bedene girecek ve yeniden seni hem mutlu edip hem üzmek hem hayatta bir daha yaşayamayacağın hisleri sana yaşatmak için karşına çıkacaktır.

19 Ağustos 2012 Pazar

AMA VAZGEÇMİYORSUN




Ondan vazgeçmek istiyorsun. Tüm hücrelerine yerleşen sevgisinden, güldüğünde dudaklarının kenarında oluşan belli belirsiz gamzelerine takılı kalmaktan ve gamzelerin etrafında yarım gibi kıvrılan teninin dokusunun hasretini sürmekten kurtulmak istiyorsun. Her gece unutmak yalanıyla örtüyorsun onun açtığı yaraları. Her defasında da daha büyük yara açıyor sende. Sabah oluyor, güneş göz kapaklarının arasından gözlerine sızıyor. Uyanıyorsun. Yaptığın ilk iş telefonuna bakmak oluyor. Ondan bir mesaj görmek umuduyla… Dudaklarını büzüyorsun. Suratını asıyorsun. İşte o an günün melankolik bir insanın hayatına dönüyor. İsteksizce kalkıyorsun yataktan ve aldığın soluklarda bezginlik damgasını vuruyor.

Unutamayacağını çok iyi biliyorsun. Sadece deniyorsun. Yanlış kişi, farkındasın. Sevdiğin kişi o olmamalı. Senin dengin değil. Seni sevmiyor, seni hiçbir zaman sevmeyecekte. Şuan umurunda değilsin. Belki de şuan parmaklarının dokusu yabancı bir avcun teriyle yıkanıyor. Bunlar ve bunun gibi birçok düşünce geçiyor zihninden. Kızıyorsun kendine. Umutsuzsun ama umut yüklemeye çalışıyorsun ruhuna. Melankolinin sisini silmek istiyorsun gözlerinden. Canın acıyor her onu düşünme dakikalarında ve canın iki kat yanıyor onun başkasına sevgi sözcükleri fısıldama ihtimali yinelendikçe aklına. Kaçmak istiyorsun. Yüzünü yıkarken en samimi en yalın hasretlerden biri konuyor kalbine. O an sınırları alt etmek istiyorsun, aranızdaki duvarları yıkmak, uzaklıkları tek adımla aşmak. Onu hissetmek istiyorsun. Fakat aynaya baktığın an gözlerindeki umutsuzluk çekiyor dikkatini. Tüm umutlar tüm istekler tüm hayaller paramparça oluyor o an.

Ondan vazgeçmeyi deniyorsun gene. Onu unutmaya çalışıyorsun. Yanında değil, çok uzağında fakat seni yaralıyor gene. Açılan yaraların üzerini unutma temennilerinle kapatıyorsun. Mecalsiz çöküyor üzerine.. Dudakların büzülüyor. Canın konuşmak istemiyor. Her şey sevimsiz, her şey sıkıcı, her şey anlamsız geliyor. Onu unutmaya odaklanıyorsun. Unutamıyorsun. Defalarca ondan vazgeçmeyi deniyorsun fakat örümcek ağı gibi olmuş sanki o an aşk. Sen kurtulmak için çırpındıkça daha da bağlanıp kalıyorsun. Sonunda pes ediyorsun. Kendini hayatın akışına bırakıyorsun.


10 Ağustos 2012 Cuma

YOKLUĞUNA DAİR


Geri dön diye başlamak istemiyorum yazılarıma. Hiç gelmedin ki geri döneceksin... Sadece biraz yakındın bana. Sadece her sabah günaydınımı alacak kadar, ekim ayının ılıman ikliminin güneşli bir gününde birkaç saatini bana ayıracak kadar ve geceleri yatmadan birkaç dakika önce aklına gelip iyi geceler telefonu açacak kadar yakındın bana.  Tebessümlerin bana hitabendi yakın olduğumuz günlerinde. Tebessümlerin hala zihnimde. Güldün mü dudaklarının şekli değişirdi biraz daha sevimli olurdun. Yüzüne insanda yaşama sevinci uyandıran bir tavır çökerdi yanaklarında belli belirsiz gamzeler oluşurdu. En çok tebessümün gölgesine çevreye gezdirdiğin bakışlarını severdim. İnsanın kalbindeki aşk duygusunu uyandırırdı. Umut veriyordu bana.


Geri dön demek isterdim sana. Gelmeni isterdim. Sonunda ayrılık olsa da aşk yeminini etmek ve parmaklarının arasında ki yalnızlığı dolduran parmakların sahibi olmak isterdim. Hınzır bir yalnızlık çökerdi ruhuma seninle görüşmediğim günlerin sonunda. Başımı yastığa koyduğumda içimde bir burukluk olurdu. Başımı yastığa koyduktan sonra hayal kurma mesailerim uzardı. Elim telefona giderdi sık sık. Siyah ahizeyi kaldırmak isterdim. Fakat öylesine yorulurdum ki seni düşünme ve “sana karşı bir hata yaptım mı?” sorusunu zihnimde yinelemekle buna mecalim kalmazdı, sadece o an telefon çalmasını ve telefonun öbür ucundaki sesin sahibinin sen olmanı isterdim. Fakat bu genelde olmazdı. Yine de tam böyle düşündüğüm anlarda telefonun çaldığı ve telefonun öbür ucundaki sesin sana ait olduğu günler olmuştu. İşte o anları hayatımda tırnak içine alıyorum defalarca yaşamak istiyorum o sevinci. Defalarca telefonun çalmasını içimde senin olmana dair umudun uyanışını ve telefonun öbür ucundaki sesin sana ait olduğunu öğrenme ile birlikte ruhumda uyanan neşeyi hissetmek istiyorum. Fakat hayat sadece bir kere yaşama hakkı veriyor bir anı. Sadece anıları da kalıyor sonrası. Sadece düşlerde yaşanıyor ve sadece yalnızlıkla sıvalı bir günde gözlerin kapandığı dakika geliyor gözünün önüne

Şimdi daha uzaksın bana. Biraz daha mesafe var aramızda. Yan yana geliyoruz fakat iki yabancıyı oynuyoruz çoğu zaman. Çoğu zaman başkasını saklıyorsun bana baktığın bakışlarda. Başkasının neşesi ile dolu bakışların. Tebessümlerin başka ruhlara karşı. Cümlelerin başka insanlara hitaben çıkıyor dudaklarından. Sensiz daha kuru geçiyor günlerim. Hiç sevgili olmadık, hiç elimi tutmadın ve hiç sen ve ben kavramından kurtulup biz olamadık. Ama buna rağmen ayrılık minvalinde geçiyor günlerim, ince ve zarif parmaklarının parmaklarıma yanlışlıkla değdiği günleri anımsıyorum sık sık. Avuçlarım parmaklarının yoksunluğunu yaşıyor. Kimi zaman elim telefona gidiyor. Fakat içimden ahizeyi kaldırmak ve numarayı tuşlamak gelmiyor çünkü tuşladığım numara muhtemelen sen olmayacaksın ve sen olsan bile sesinde bana dair yaşattığın hiçbir his hiçbir duygu yok.  Bu canımı acıtıyor son zamanlar en çok. Sonra gene akşam oluyor. Akşamın ismi saatler ilerledikçe gece oluyor. Başımı yastığa koyuyorum. İçimde senin telefonlarından ve tebessümlerinden uzak geçirdiğim günlerin sonunda hissettiğim cinsten bir burukluk baş gösteriyor boğazım düğümleniyor. Gözlerimi kapıyorum her şeyi bir kaç saatliğine de olsa unutmak adına. Fakat sensizlik orada da rahat bırakmıyor ben. Düşlerim seninle dolup taşıyor. İçime daha çok çöküyor burukluk. Uyuyorum sensizlik mesaisinin sonunda. Ertesi gün tekrar ölmek için uyuyorum…

3 Ağustos 2012 Cuma

ÇOK UZAKSIN


Saatlerce seni düşündüm bu gece. Gün aydınlanmaya başladı. Ne düşündüm, neden düşündüm hepsi silindi şuanda zihnimden. Sadece düşündüm. Unutmak istedim bazı anlar. Silmek istedim seni. Bir romanımda ki karakter olmanı istedim seni acımasızca öldürmek adına. Acılar içinde kıvranarak yazdığım bir şiirim olmanı istedim. Seni silmek istedim. Unutmak istedim. Ama bu olanaksızdı. Unutmak derken bile dilimin ucuna geliyordu ismin. Çalan her telefonda ahizeyi kaldırırken senin sesini işitme umutlarıyla kaldırıyordum. Bu olamazdı. Seni unutmazdım.

Başkasını sevmek istedim. Aşk sözcüğünün yerine herhangi başka birini koymak istedim. Dudakları senin kadar güzel olmayan, gözleri senin kadar narin olmayan, bakışları senin bakışların kadar duru ve ılık olmayan herhangi birini sevmek istedim. O insana bağlanmak istedim. Şiirlerin romanların onun için dudaklarımdan çıkmasını ve sözcüklerin harflerinin arasına onun isminin kokusunun sinmesini istedim. İsimler koydum isminin yerine. Bana aynı hissi verecek, aşk dediğimde aklımda ismi ve bakışları canlanacak ruhlar koydum kalbime. Defalarca farklı isimlerle farklı hayaller kurdum. Bazen mevsim kış oluyordu. Hava karlıydı. Bir çocuğun ayak bileklerine kadar kar vardı dışarıda. Rüzgâr çöp gibi savuruyordu kar tanelerini. Ve biz evimizde veya bir pastanenin sıcak bölmesinde kahvelerimizi yudumluyorduk bu manzaraya karşı. Bazen akşamüstüydü vakit. Veya Kadıköy’deydik. Sahildeydik. Yürüyorduk. Gelecek planlarımızdan bahsediyorduk. Birbirimizle doluydu gelecek hayallerimiz. Ya da otobüsteydik. Uzak bir kente gidiyorduk, başını yaslamıştı bana isminin yerine iliştirdiğim ruh. Başının sıcaklığını hissediyordum göğsümün üzerinde. Fakat olmuyordu. Senin başının sıcaklığı kadar dinlendirmiyordu beni. Seninle atılan adımlar kadar melodili değildi attığımız adımlar. Ve kahve kokusu senin yanında olduğum anlar kadar hoş gelmiyordu. Daha suniydi hepsi. Daha yapmacıktı cümleler. Daha baştan savma geliyordu anılar. Anlatılanlar daha yalandı.

Sana yakın olmak istedim sadece veda edebilmek için. Sadece veda sözcüğünü dilime dolayıp veda temalı bir görüşme yapmak için sana yakın olmak istedim. Veda etmek istedim geri döndüğümde ellini tutabilmek için kavuşma neşesiyle. Kavuşma neşesiyle ellerini tutabilmek için veda etmek istedim. Sahte vedalar için yakın olmak istedim sana. Uzaktasın şimdi. Aslında hep uzaktasın. Mektuplarının adresime uğramadığı, ahizenin öbür ucunda sesinin olmadığı ve bakışmalarımızda yüzümüzde tebessümler uçuşmadığı günden beri uzaksın sen. Aynı otobüsün farklı koltuklarında oturup ta birbirimizi görmüyormuşçasına bir tiyatro oynadığımız günden beri uzaksın. Aynı durakta farklı kapılardan inip te göz göze geldiğimiz an iki yabancıyı oynadığımız günden beri uzaksın sen bana.

Uyumak istedim. Acılarımı birkaç saatliğine de unutabilmek adına uyumak istedim. Uykunun ruhumdaki morfin etkisi ile senden arınabilmek adına uyumak istedim. Fakat gözlerime uyku girmiyordu. Düşlerimde anılarımızın sineması sahneleniyordu sanki. Gün doğuyor. Uzaksın. İyi geceler mesajının ulaşamayacağı kadar uzaksın. Yâda aradığım zaman ahizeyi sesini duyamadan indireceğim kadar uzaksın. İçimdeki sensizliğe kulak vermeyecek kadar uzaksın.
Bumerang - Yazarkafe
script>